Türkiye, diğer Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında ekonomik, sosyal ve diğer alanlarda gittikçe artan bir değer kazanırken, Türk dilinin önem kazanması için aynı ölçüde çaba harcanmamaktadır. Küreselleşme çağında, ülkelerimiz arasında hem siyasi hem de bireysel düzeyde ilişkiler arttığında bu ilişkilerin büyük bir olasılıkla İngilizce veya diğer Batı Avrupa dillerinden bir tanesi ile yapılabileceği şeklinde düşünülmektedir. Halbuki Türk sosyal, siyasi ve ekonomik hayatı için yabancı dil bilenlerin varlığı ne kadar önemli ise, Batı Avrupa ülkelerinde Türkçe bilinmesi de bir o kadar önem taşımaktadır.
Bilindiği gibi, Türk dilinin gramer yapısı, çoğu Batı Avrupa dillerinden oldukça farklıdır. Dolayısıyla Türkçe ile Batı Avrupa dilleri arasında çeviri yapmak düşünüldüğü gibi hiç de kolay değildir. İfade çeşitleri bazen birbirlerinden çok farklı olabilir. Dolayısıyla bir düşünceyi Türkçe’den başka bir dile veya başka bir dilden Türkçe’ye aktarmak, bazen büyük hüner ve uzmanlık gerektirir. Var olan çok sayıdaki tuzakların farkında olmayan bir çevirmen, en basit bir cümleyi anlaşılmaz ya da gülünç bir hale getirebilir, bunun bugünkü Türkiye’de özellikle belli bazı televizyon kanallarında gösterilen yabancı filmlerde çok bariz örneklerini görüyoruz. Örneğin “Bu hafta sonunda anne ve babamın yanına gideceğim.” yerine “Bu hafta sonunda ebeveynlerimin yanına gideceğim.” şeklindeki bir çeviriyi, ancak İngilizce ile Türkçe arasındaki ifade farklılıklarını bilmeyen bir çevirmen yapabilir. “Your wife is a good cook.” cümlesinin “Karınız iyi bir aşçıdır.” şeklindeki çevirisi de aynı tür hataların başka bir örneğidir. Türkçe’ye özgü ifade tarzlarının farkında olmadan yapılan bu tür çevirilerin, uzun vadede dili gerçekten etkileyebileceği, birçok kere ele alınmış bir konudur. Bu gibi çevirilerin gerçekten dilin yapısı veya özü için bir tehlike oluşturup oluşturmadığını sorabiliriz. Fakat idiyomatik diyebileceğimiz bu tür dil kaymalarını, bütün Cumhuriyet devri boyunca güdülen dil politikası çerçevesinde değerlendirecek olursak Türk dil politikasının bütün diğer bakımlardan yabancı dillerin etkisinin karşısında olduğunu görüyoruz. İngilizce gibi dillerin eskiden beri her tür yabancı etkiye açık olduğuna işaret ederek Türkçe’nin neden bu kapalı tavra takındığını sormanın yeri burası değildir. Burada sadece şunu söylemekle yetinelim ki, Türkçe’nin mümkün olduğunca arı veya öz Türkçe kalması isteniyorsa çeviri yolu ile dile giren yabancı ifade tarzlarından da sakınmak önemlidir. Bu konuda Türk Dil Kurumu uzun yıllar boyunca son derece başarılı bir şekilde çabalar sarf etmiştir, ancak yukarıda işaret ettiğim gibi dilin sağlıklı bir şekilde kullanımını üstlenecek olan çevirmen kadrosunu ve bu işi de güçlendirmek gereklidir.
En ince ayrıntıları diller arasında aktarabilecek kişilerin elbette ki eğitim seviyelerinin yüksek olması gerekir; örneğin Avrupa’da doğmuş ve iki dilli görünümünde olan Türk asıllı gençler bu işi herhangi bir uzmanlık eğitimi görmeden genellikle yapamazlar. Şu anda burada aramızda bulunan Heindrik Boeschoten gibi bazı değerli Türkologlar, Avrupa’da konuşulan Türkçe’nin, konuşulduğu ülkelerin ana dilinden etkilenmeye meyilli olduğuna bir çok kere işaret etmişlerdir. Bu konudaki kendi gözlemlerime dayanarak Avrupa’da sadece Türklerin yaşadıkları ülkenin dilinden etkilenmemesi için bilinçli bir şekilde dillerini korumaya çalıştıklarını söyleyebilirim. Aksi halde en azından kelime haznesi bakımından Türkçe Almanca’nın ve Hollandaca’nın etkisi altında kalırdı. Sonuç olarak Avrupa’da bulunan ve iki dilli görünümünde olan Türk gençleri, hiç bir şekilde özel bir tahsil görmeden çevirmen veya Türkçe öğretmeni olarak kullanılamazlar. Yine de bu gençlerin çevirmenlik konusunda büyük bir potansiyel oluşturdukları, ancak bu potansiyelin geliştirilmesi ve eğitimle şekillendirilmesi gerektiği, kaçınılmaz bir gerçektir.
Bu yüzden Türkçe’nin yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da korunması gerekmektedir. Bunun yollarının bir tanesi, yukarıda çizdiğim çevirmen eğitimi ile Türkçe ile diğer diller arasındaki farklılıkların bilinçli bir şekilde öğretilerek çevirmenlik uzmanları yetiştirmek yolu ile gerçekleşebilir. Fakat çevirmenlikten ziyade yurtdışındaki öğretmenlik daha da önemlidir. Benim dikkati çekmek istediğim konulardan biri Türk gruplarının yoğun olarak bulundukları ülkelerde hem çevirmenlik hem de dil öğretmenliği konusunda uzmanlaşmış kadroların kurulmasıdır.
Bugün çeşitli Avrupa üniversitelerinde Türkoloji kürsüsü vardır. Her ne kadar söz konusu bölümlerde Türk dilinin yapısı ve kullanımı konusunda ders veriliyorsa da genellikle diller arasındaki farklılık ve benzerlikler konusunda verilen pratik ve teorik bilgiler eksik kalmaktadır. Benim önerim, Türk makamlarının çeşitli Avrupa ülkelerinde üniversite ya da yüksek okul seviyesinde dil uzmanlığı mesleğine yönelik ders programlarının açılması için çaba göstermesidir. Bugün İsveç’te otuz-kırk yıl önce Finlandiya’dan işçi olarak gelen ve Fince konuşan büyük bir topluluk mevcuttur. Dillerin arasındaki büyük farklılıktan dolayı bu grubun büyük sorunları olmuştur. Hatta bu sorunlar belli bir ölçüde Almanya’daki Türk gruplarının sorunlarına benzemektedir. Okul ve eğitime yönelik dil sorunlarının yanı sıra İsveç’teki gündelik yaşama ilişkin çeşitli olayların bir terminolojisinin Fince olarak yaratılması da sorun olmuştur. Bu sefer de bunlara ve dille ilgili diğer problemlere çözüm bulmak amacıyla yaklaşık 20 yıl önce İsveç Fincesi Dil Kurulu IFDK diye bir kurum oluşturulmuştur ve bugün hala çalışmaktadır. Almanya ve Hollanda gibi yoğun Türk gruplarının bulundukları ülkelerde de benzer kurumların kurulması gerekir. Bu tür kurumlar, hem dille ilgili eğitim sorunlarında yol gösterir, hem de çevirmenlik sorunlarını ele alır ve böylece Türk dilinin yurt dışında koruyucu bir kitlesini oluşturur.
Bu konu ile ilgili olarak bundan sonra sorulacak soru şudur: çeşitli Avrupa ülkelerinde dil uzmanlığına dayalı ders programları açıldığında -yani Almanya’da Almanca-Türkçe dil uzmanlığı, Hollanda’da Hollandaca-Türkçe dil uzmanlığı vs. gibi- gençleri dil bilimi eğitimine nasıl yönlendirebiliriz? Zira çoğumuzun bildiği gibi yurt dışında üniversiteye giren bir Türk öğrencinin seçeceği tahsil, genellikle Türkoloji tahsili olmadığı gibi dil uzmanlığı tahsili de olmayacaktır; Türk gençleri üniversitelerde güvenli bir gelecek sağlayan tıp veya mühendislik fakültelerini tercih ediyorlar. Bu nedenle gençleri daha az güvenli bir geleceği olan dil uzmanlığı mesleğine teşvik etmek belki de zor olur. Öte yandan bu konudaki tereddütlerimin yerinde olduğundan tam anlamıyla emin değilim. Türk topluluklarının yeni ve nispeten az olduğu, örneğin Norveç gibi ülkelerde Türk gençlerinin tahsil seçimi ile ilgili söylediklerim doğru, Türk camiasının daha eski ve daha yoğun olduğu Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde Türkoloji veya dille ilgili diğer bölümleri seçen Türk asıllı gençlerin sayısı daha yüksek olduğu görünüyor. Bunlara dil uzmanlığı tahsili yolu ile sağlam bir meslek, güvenli bir gelecek kazanabilecekleri gösterilebilirse muhakkak ki, bu dalı daha çok sayıda Türk asıllı gençler, belki de Türk topluluğuna yakınlık hisseden diğer Avrupalı gençler de seçerler.
Avrupa'da Yabancı Dil Olarak Türkçe Öğretimi Sempozyumu - 25-26 Ekim 2001 Bilindiği gibi, Türk dilinin gramer yapısı, çoğu Batı Avrupa dillerinden oldukça farklıdır. Dolayısıyla Türkçe ile Batı Avrupa dilleri arasında çeviri yapmak düşünüldüğü gibi hiç de kolay değildir. İfade çeşitleri bazen birbirlerinden çok farklı olabilir. Dolayısıyla bir düşünceyi Türkçe’den başka bir dile veya başka bir dilden Türkçe’ye aktarmak, bazen büyük hüner ve uzmanlık gerektirir. Var olan çok sayıdaki tuzakların farkında olmayan bir çevirmen, en basit bir cümleyi anlaşılmaz ya da gülünç bir hale getirebilir, bunun bugünkü Türkiye’de özellikle belli bazı televizyon kanallarında gösterilen yabancı filmlerde çok bariz örneklerini görüyoruz. Örneğin “Bu hafta sonunda anne ve babamın yanına gideceğim.” yerine “Bu hafta sonunda ebeveynlerimin yanına gideceğim.” şeklindeki bir çeviriyi, ancak İngilizce ile Türkçe arasındaki ifade farklılıklarını bilmeyen bir çevirmen yapabilir. “Your wife is a good cook.” cümlesinin “Karınız iyi bir aşçıdır.” şeklindeki çevirisi de aynı tür hataların başka bir örneğidir. Türkçe’ye özgü ifade tarzlarının farkında olmadan yapılan bu tür çevirilerin, uzun vadede dili gerçekten etkileyebileceği, birçok kere ele alınmış bir konudur. Bu gibi çevirilerin gerçekten dilin yapısı veya özü için bir tehlike oluşturup oluşturmadığını sorabiliriz. Fakat idiyomatik diyebileceğimiz bu tür dil kaymalarını, bütün Cumhuriyet devri boyunca güdülen dil politikası çerçevesinde değerlendirecek olursak Türk dil politikasının bütün diğer bakımlardan yabancı dillerin etkisinin karşısında olduğunu görüyoruz. İngilizce gibi dillerin eskiden beri her tür yabancı etkiye açık olduğuna işaret ederek Türkçe’nin neden bu kapalı tavra takındığını sormanın yeri burası değildir. Burada sadece şunu söylemekle yetinelim ki, Türkçe’nin mümkün olduğunca arı veya öz Türkçe kalması isteniyorsa çeviri yolu ile dile giren yabancı ifade tarzlarından da sakınmak önemlidir. Bu konuda Türk Dil Kurumu uzun yıllar boyunca son derece başarılı bir şekilde çabalar sarf etmiştir, ancak yukarıda işaret ettiğim gibi dilin sağlıklı bir şekilde kullanımını üstlenecek olan çevirmen kadrosunu ve bu işi de güçlendirmek gereklidir.
En ince ayrıntıları diller arasında aktarabilecek kişilerin elbette ki eğitim seviyelerinin yüksek olması gerekir; örneğin Avrupa’da doğmuş ve iki dilli görünümünde olan Türk asıllı gençler bu işi herhangi bir uzmanlık eğitimi görmeden genellikle yapamazlar. Şu anda burada aramızda bulunan Heindrik Boeschoten gibi bazı değerli Türkologlar, Avrupa’da konuşulan Türkçe’nin, konuşulduğu ülkelerin ana dilinden etkilenmeye meyilli olduğuna bir çok kere işaret etmişlerdir. Bu konudaki kendi gözlemlerime dayanarak Avrupa’da sadece Türklerin yaşadıkları ülkenin dilinden etkilenmemesi için bilinçli bir şekilde dillerini korumaya çalıştıklarını söyleyebilirim. Aksi halde en azından kelime haznesi bakımından Türkçe Almanca’nın ve Hollandaca’nın etkisi altında kalırdı. Sonuç olarak Avrupa’da bulunan ve iki dilli görünümünde olan Türk gençleri, hiç bir şekilde özel bir tahsil görmeden çevirmen veya Türkçe öğretmeni olarak kullanılamazlar. Yine de bu gençlerin çevirmenlik konusunda büyük bir potansiyel oluşturdukları, ancak bu potansiyelin geliştirilmesi ve eğitimle şekillendirilmesi gerektiği, kaçınılmaz bir gerçektir.
Bu yüzden Türkçe’nin yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da korunması gerekmektedir. Bunun yollarının bir tanesi, yukarıda çizdiğim çevirmen eğitimi ile Türkçe ile diğer diller arasındaki farklılıkların bilinçli bir şekilde öğretilerek çevirmenlik uzmanları yetiştirmek yolu ile gerçekleşebilir. Fakat çevirmenlikten ziyade yurtdışındaki öğretmenlik daha da önemlidir. Benim dikkati çekmek istediğim konulardan biri Türk gruplarının yoğun olarak bulundukları ülkelerde hem çevirmenlik hem de dil öğretmenliği konusunda uzmanlaşmış kadroların kurulmasıdır.
Bugün çeşitli Avrupa üniversitelerinde Türkoloji kürsüsü vardır. Her ne kadar söz konusu bölümlerde Türk dilinin yapısı ve kullanımı konusunda ders veriliyorsa da genellikle diller arasındaki farklılık ve benzerlikler konusunda verilen pratik ve teorik bilgiler eksik kalmaktadır. Benim önerim, Türk makamlarının çeşitli Avrupa ülkelerinde üniversite ya da yüksek okul seviyesinde dil uzmanlığı mesleğine yönelik ders programlarının açılması için çaba göstermesidir. Bugün İsveç’te otuz-kırk yıl önce Finlandiya’dan işçi olarak gelen ve Fince konuşan büyük bir topluluk mevcuttur. Dillerin arasındaki büyük farklılıktan dolayı bu grubun büyük sorunları olmuştur. Hatta bu sorunlar belli bir ölçüde Almanya’daki Türk gruplarının sorunlarına benzemektedir. Okul ve eğitime yönelik dil sorunlarının yanı sıra İsveç’teki gündelik yaşama ilişkin çeşitli olayların bir terminolojisinin Fince olarak yaratılması da sorun olmuştur. Bu sefer de bunlara ve dille ilgili diğer problemlere çözüm bulmak amacıyla yaklaşık 20 yıl önce İsveç Fincesi Dil Kurulu IFDK diye bir kurum oluşturulmuştur ve bugün hala çalışmaktadır. Almanya ve Hollanda gibi yoğun Türk gruplarının bulundukları ülkelerde de benzer kurumların kurulması gerekir. Bu tür kurumlar, hem dille ilgili eğitim sorunlarında yol gösterir, hem de çevirmenlik sorunlarını ele alır ve böylece Türk dilinin yurt dışında koruyucu bir kitlesini oluşturur.
Bu konu ile ilgili olarak bundan sonra sorulacak soru şudur: çeşitli Avrupa ülkelerinde dil uzmanlığına dayalı ders programları açıldığında -yani Almanya’da Almanca-Türkçe dil uzmanlığı, Hollanda’da Hollandaca-Türkçe dil uzmanlığı vs. gibi- gençleri dil bilimi eğitimine nasıl yönlendirebiliriz? Zira çoğumuzun bildiği gibi yurt dışında üniversiteye giren bir Türk öğrencinin seçeceği tahsil, genellikle Türkoloji tahsili olmadığı gibi dil uzmanlığı tahsili de olmayacaktır; Türk gençleri üniversitelerde güvenli bir gelecek sağlayan tıp veya mühendislik fakültelerini tercih ediyorlar. Bu nedenle gençleri daha az güvenli bir geleceği olan dil uzmanlığı mesleğine teşvik etmek belki de zor olur. Öte yandan bu konudaki tereddütlerimin yerinde olduğundan tam anlamıyla emin değilim. Türk topluluklarının yeni ve nispeten az olduğu, örneğin Norveç gibi ülkelerde Türk gençlerinin tahsil seçimi ile ilgili söylediklerim doğru, Türk camiasının daha eski ve daha yoğun olduğu Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde Türkoloji veya dille ilgili diğer bölümleri seçen Türk asıllı gençlerin sayısı daha yüksek olduğu görünüyor. Bunlara dil uzmanlığı tahsili yolu ile sağlam bir meslek, güvenli bir gelecek kazanabilecekleri gösterilebilirse muhakkak ki, bu dalı daha çok sayıda Türk asıllı gençler, belki de Türk topluluğuna yakınlık hisseden diğer Avrupalı gençler de seçerler.
"Türkçe Öğretiminin Önemi"
Prof. Dr. Bernt BRENDEMOEN