Kültürler Arası Sularda Ters Akıntılar

İstanbul Boğazı’nda birbirine zıt yönde iki akıntı vardır. Yüzeydeki akıntı Karadeniz’den Marmara’ya doğru, on beş metre dipteki akıntı ise Marmara’dan Karadeniz’e doğru akar. Ayrıca koy ve burunlarda oluşan anafor akıntılar ile kuvvetli lodoslarda ortaya çıkan Orkoz akıntısı da vardır.

Bu yüzden sakin görünüşlü boğaz sularında kaptanlık yapmak aslında zordur, özel bilgi ve beceri ister. Bazen yabancı gemilerin kaptanları; görünüşe aldanıp cimrilik eder, kılavuz kaptan almazlar sonra gidip ya yalılara toslar ya da Ahırkapı önlerinde karaya otururlar.

Yabancı bir dil olarak Türkçe öğretimi yapmak, İstanbul Boğaz’ında yol almak gibidir pek çok yönden.

Görünüşte kolaydır. Yabancılara Türkçe öğrettiğimi söyleyince duyduğum ‘’Aaa, iyiymiş be!’’ bu algının en doğal hali.

Yabancı bir dil olarak Türkçe öğretirken iki farklı kültür, aynı ortamda akıyor. Çünkü dilleri ait oldukları kültürden soyutlamak mümkün değil.

Yüzeyde güçlü bir şekilde akan Türkçe yani Türk kültürü var, hedef olarak. Çıplak gözle bakınca sadece bu görülüyor. Oysa hemen biraz altta öğrencinin anadili ve kültürü akmakta ters yönde, kaynak olarak.

Bu zıt akıntılar birbirleriyle karşılaştıklarında anaforlar oluşuyor.

Kaynak kültürle hedef kültürün karşılaşması sonucunda öğrencinin kendini veya karşısındakini farklı hissetmesi ve bu durumdan rahatsız olması doğal bir durum, anaforların oluşması yani.

Diller ve kültürler birer konfor alanı. Konfor alanından kastım kişinin kendini her açıdan rahat hissettiği alanlar. Herkesin anadili ve kültürü kendini rahat hissettiği alanlarıdır. Kendi karasularından çıkıp bir başka dilin ve kültürün sularına girdiğinde kendini rahat hissedemez kişi çünkü bilmediği sularda yol almaktadır. Ancak bu suları tanıyınca kendini güvende hissedecek, rahat hareket edebilecektir.

Biz hedef dilin ve kültürün aktarımını yaparken öğrenci, kaynak dil ve kültüründen beslenen bir savunma sistemi oluşturur .

Hedef dil ve kültür gözlemlenen bir konumdan çıkıp yaşanan bir konuma gelmeye başladığında öğrenci, bir tür benlik kaybı yaşayacağından korkarak kaynak dil ve külture sığınır.

Mesela öğrencilerin başlangıç kurlarında delicesine sözlüklerine sarılmaları, telaffuzda yapmacık zorlanmalar sergilemeleri, anladıkları ve cevap verebilecekleri halde cevap vermemeleri gibİ. Rus gelinlerin kulakları çınlasın. Çok yaparlar bu ‘’Türkçe’yi anlayacağım ama asla konuşmayacağım’’ tribini.

Başka türde bir ters akıntı daha var kültürler arası sularda.

Kişilik özellikleri ya da sosyal çevre etkisiyle diller ve kültürler arası geçişi daha kolay gerçekleştirme kapasitesine sahip  bir öğrenci, herhangi bir sebepten hedef dili öğrenmede tam olarak başarılı olamazsa, yani Araf’ta kalırsa, başlangıçta bir arzu nesnesi durumundaki hedef dil ve kültür yine bir nefret nesnesine dönüşür.

Bu yüzden Yabancı bir dil olarak Türkçe öğretiminde ‘’olduğu kadar’’ değil, ‘’olabilecek en iyi’’yi yakalamak, öğrenci kaybetmemeye özel bir önem vermek gerekir.

Birisinin Türkçe’yi ve Türk kültürünü hiç bilmemesi, bu kişiyi Türkçe’ye ve Türk kültüründe düşman yapmaz ama Türkçe’yi ve Türk kültürünü yarım yamalak bilmesi ve arzu ettiği halde dahil olamamanın acısını içinde taşıması mutlak düşmanlık sebebidir.

Yabancı bir dil olarak Türkçe öğretimi çok fazla değişkeni olan karmaşık bir süreç.

Bir kılavuz kaptan gibi donanımlı olmak gerekiyor. Asla naif bir Türkçe sevgisiyle kotarılabilecek bir iş değil. Uzmanlaşmak şart.

Uzmanlaşmak deyince, herhangi bir alanda uzmanlaşmak için en az 10.000 saate ihtiyaç var yapılan bilimsel araştırmalara göre. 10.000 saat en iyi ihtimalle on yıl demek. Hasbelkader birkaç vakit Türkçe sınıfına girdiği için kendini bu alanda aşmış olarak takdim eden öğretmenlerle her karşılaştığımda kafamı vurmak için yastık arıyorum bu yüzden.

Yazan: Hatice Gülcan Topkaya

Resim kaynağı: http://anafordergi.wordpress.com/

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR