'Dilde özleşmecilik' işine girişenlerin yapıp etmelerinin temelinde ideolojileri vardı, dile duydukları muhabbet değil. Bunu anlayabiliriz. Anlayamadığım, içtenlikle 'öztürkçecilik' iddiasında olanların 'hendese'yi atıp yerine 'geometri'yi kullanmalarıdır. Böyle durumlarda, biliyorsunuz o malûm söz söylenir: Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!
Bilmiyorum, farkında mısınız; bırakın 'lügat okumayı', sözlüğe bakmayı alışkanlıklarımız arasından çıkardık neredeyse. Sıkışınca sanal dünyanın güvensiz, sığ 'portal'larını tıklıyoruz. Kelimelerle tanışıklığımız giderek azalıyor. Bütün çağrışımlarını hatta biricik ve birincil anlamını bildiğimiz sözcük sayısındaki düşüş inkâr edilemez bir gerçek. Dilde tutuculuğun, dahası muhafazakârlığın çok bir yararı yok. Dil; konuşurlarıyla, yazanlarıyla, yazılanlarıyla yaşayan bir varlık. Dilin anlamlı en küçük birimleri olan kelimeler, gün gelir ömrünü tamamlar. Onun ardından yeni sürgünler gelir. Bu değil derdim. Kelimeleri korumaya alalım demiyorum. Bir ilgisizlikten, meraksızlıktan, heyecansızlıktan rahatsızım. Tarihin, medeniyetin, kültürün, edebiyatın yoğurucusu, yapıcısı olan kelime kadrosuna özel bir ilgi duyması gerekenlerin duyarsızlığından yakınmak istiyorum. Edebiyat ve dil öğretiminde gençlere verdiklerimizin sıfır mesabesinde olduğunu bir de ben söylüyorum.
Bakın, ne oldu, anlatayım. Sınıftaki öğrencilere Yahya Kemal'in bilindiğini sandığım bir şiirini okuyorum. Dinleyenlerin bakışlarındaki anlamsızlığı fark ettim birden. Yabancı bir sesi dinler gibiydiler. Türk dili ve Türk edebiyatı tahsil etmek için bir iki ay önce üniversiteye gelen gençler, iyice ayrımına varıyorum ki okuduğum şiirin kelimelerine aşina değiller. Tıpkı 'aşina'yı da tanımadıkları gibi. Bunun üzerine, bir anket yapma düşüncesi doğdu zihnimde. Yahya Kemal'in Kendi Gök Kubbemiz kitabında bulunan 10 şiirden (Süleymaniye'de Bayram Sabahı, Açık Deniz, Eski Mektup, Itri, Sessiz Gemi, Siste Söyleniş, Kar Musikileri, Gece, Rindlerin Ölümü, Mehlika Sultan) 50 kelime seçtik. Şerife Koyuncu'nun yardımıyla önce kelimelerin geçtiği mısraları, sonra her bir kelimeyi bir satıra gelecek şekilde yazıverdik. Hazırladığımız evrakı çoğaltıp 50 öğrenciye dağıtıyoruz. Kelimelerin karşılarına, biliyorlarsa anlamlarını yazmalarını istiyoruz. Öğrencilerimiz dürüst davrandılar, sağ olsunlar. Kimse kimseye bakmadan soruşturmamızı cevapladılar. Sonuçta, sizin de gördüğünüz, pek de iç açıcı olmayan bir tablo çıktı karşımıza. Tahmin ediyorum, üç aşağı beş yukarı, Türkiye'deki Türk dili ve edebiyatı bölümlerinin genel görünüşü böyledir. Soruşturmaya katılan öğrencilerin sayısını çoğaltsak, 'manzara'nın çok değişeceğini sanmıyorum.
Kelimelerden ikisinin (erganûn, mehabet) anlamını öğrencilerin hiçbiri bilmiyor. İlkini anlayışla karşılayabiliriz, bir müzik aletinin adı, özel bir isim. Fakat ikincisini hiç kimsenin bilmemesi üzüntü veriyor. Demek ki, artık 'mehabetli' sabahlarımız olmuyor Süleymaniye'de! İki talihsiz kelime de 'hendese' ve 'şûh'. Her ikisinin de anlamı bir öğrenci tarafından biliniyormuş. Hendese, hadi neyse, yine bir terim, mecazen 'şekil' anlamına gelse de bilinmeyebilir. Lâkin 'şûh'un bu denli unutulmuş olması, en çok Nedim'in ve Vasıf'ın ruhunu incitmiş olmalıdır. (O şûh bir al şâle bürünsün yürüsünZ' mısraını kim okur kim dinler şimdi!) 'Âbid'in anlamı, gençlerin yüzde 93'ü tarafından bilinmiyor. Manidar değil mi? 'Rayiha, meshûr, terennüm' de öyle. Desenize deodorant ve parfüm çağında, rayihanın yerinde yeller esiyor.
Burada bir ayraç açmanın zamanıdır. 'Dilde özleşmecilik' işine girişenlerin yapıp etmelerinin temelinde ideolojileri vardı, dile duydukları muhabbet değil. Bunu anlayabiliriz. Anlayamadığım, içtenlikle 'öztürkçecilik' iddiasında olanların 'hendese'yi atıp yerine 'geometri'yi kullanmalarıdır. Böyle durumlarda, biliyorsunuz o malûm söz söylenir: Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Şöyle mi yoksa; Doğu'dan gelene 'tü kaka'; Batı'dan gelene 'canım cicim!'
Bir de umut verici yerinden bakalım tabloya. Neyse ki, gençlerin yüzde 80'i 'muamma'nın farkında; yüzde 87'since 'meçhûl'ümüz malûm olmuş. Gençler 'nafile' işlere çok vakit ayırıyor görünseler de kelimenin ne anlama geldiğini yüzde seksen ikisi biliyor. 'Biçare' de dört gençten üçü tarafından bilinmekte.
Bu küçük soruşturmanın şöyle bir yararı olur düşüncesindeyiz. Üniversitelerin Türk dili ve edebiyatı bölümlerinde okumaya gelen hedef kitlenin kelime dağarcığı yaklaşık böyle! (Bir de üniversiteye gelmeyip uzaktan dil ve edebiyat talim edenler var! Onların durumunu da tahmin etmek güç değil.) Demek ki, hâlihazırda okumaya en yakın okuyucu kümesinin anlama, algılama düzeyi bu tablodan hareketle çıkarılabilir. Belki yazanlara, ama şüphesiz edebiyat eğitimiyle uğraşanlara bir fikir vereceği düşüncesindeyim. Bu küçük soruşturma, gençlere de, onları tahkîr ederek değil, belki tahrik ederek edebiyat eserlerinin elbette kelimeler yardımıyla anlaşılıp sevileceğini hatırlatacaktır.
Bilmiyorum, farkında mısınız; bırakın 'lügat okumayı', sözlüğe bakmayı alışkanlıklarımız arasından çıkardık neredeyse. Sıkışınca sanal dünyanın güvensiz, sığ 'portal'larını tıklıyoruz. Kelimelerle tanışıklığımız giderek azalıyor. Bütün çağrışımlarını hatta biricik ve birincil anlamını bildiğimiz sözcük sayısındaki düşüş inkâr edilemez bir gerçek. Dilde tutuculuğun, dahası muhafazakârlığın çok bir yararı yok. Dil; konuşurlarıyla, yazanlarıyla, yazılanlarıyla yaşayan bir varlık. Dilin anlamlı en küçük birimleri olan kelimeler, gün gelir ömrünü tamamlar. Onun ardından yeni sürgünler gelir. Bu değil derdim. Kelimeleri korumaya alalım demiyorum. Bir ilgisizlikten, meraksızlıktan, heyecansızlıktan rahatsızım. Tarihin, medeniyetin, kültürün, edebiyatın yoğurucusu, yapıcısı olan kelime kadrosuna özel bir ilgi duyması gerekenlerin duyarsızlığından yakınmak istiyorum. Edebiyat ve dil öğretiminde gençlere verdiklerimizin sıfır mesabesinde olduğunu bir de ben söylüyorum.
Bakın, ne oldu, anlatayım. Sınıftaki öğrencilere Yahya Kemal'in bilindiğini sandığım bir şiirini okuyorum. Dinleyenlerin bakışlarındaki anlamsızlığı fark ettim birden. Yabancı bir sesi dinler gibiydiler. Türk dili ve Türk edebiyatı tahsil etmek için bir iki ay önce üniversiteye gelen gençler, iyice ayrımına varıyorum ki okuduğum şiirin kelimelerine aşina değiller. Tıpkı 'aşina'yı da tanımadıkları gibi. Bunun üzerine, bir anket yapma düşüncesi doğdu zihnimde. Yahya Kemal'in Kendi Gök Kubbemiz kitabında bulunan 10 şiirden (Süleymaniye'de Bayram Sabahı, Açık Deniz, Eski Mektup, Itri, Sessiz Gemi, Siste Söyleniş, Kar Musikileri, Gece, Rindlerin Ölümü, Mehlika Sultan) 50 kelime seçtik. Şerife Koyuncu'nun yardımıyla önce kelimelerin geçtiği mısraları, sonra her bir kelimeyi bir satıra gelecek şekilde yazıverdik. Hazırladığımız evrakı çoğaltıp 50 öğrenciye dağıtıyoruz. Kelimelerin karşılarına, biliyorlarsa anlamlarını yazmalarını istiyoruz. Öğrencilerimiz dürüst davrandılar, sağ olsunlar. Kimse kimseye bakmadan soruşturmamızı cevapladılar. Sonuçta, sizin de gördüğünüz, pek de iç açıcı olmayan bir tablo çıktı karşımıza. Tahmin ediyorum, üç aşağı beş yukarı, Türkiye'deki Türk dili ve edebiyatı bölümlerinin genel görünüşü böyledir. Soruşturmaya katılan öğrencilerin sayısını çoğaltsak, 'manzara'nın çok değişeceğini sanmıyorum.
Kelimelerden ikisinin (erganûn, mehabet) anlamını öğrencilerin hiçbiri bilmiyor. İlkini anlayışla karşılayabiliriz, bir müzik aletinin adı, özel bir isim. Fakat ikincisini hiç kimsenin bilmemesi üzüntü veriyor. Demek ki, artık 'mehabetli' sabahlarımız olmuyor Süleymaniye'de! İki talihsiz kelime de 'hendese' ve 'şûh'. Her ikisinin de anlamı bir öğrenci tarafından biliniyormuş. Hendese, hadi neyse, yine bir terim, mecazen 'şekil' anlamına gelse de bilinmeyebilir. Lâkin 'şûh'un bu denli unutulmuş olması, en çok Nedim'in ve Vasıf'ın ruhunu incitmiş olmalıdır. (O şûh bir al şâle bürünsün yürüsünZ' mısraını kim okur kim dinler şimdi!) 'Âbid'in anlamı, gençlerin yüzde 93'ü tarafından bilinmiyor. Manidar değil mi? 'Rayiha, meshûr, terennüm' de öyle. Desenize deodorant ve parfüm çağında, rayihanın yerinde yeller esiyor.
Burada bir ayraç açmanın zamanıdır. 'Dilde özleşmecilik' işine girişenlerin yapıp etmelerinin temelinde ideolojileri vardı, dile duydukları muhabbet değil. Bunu anlayabiliriz. Anlayamadığım, içtenlikle 'öztürkçecilik' iddiasında olanların 'hendese'yi atıp yerine 'geometri'yi kullanmalarıdır. Böyle durumlarda, biliyorsunuz o malûm söz söylenir: Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Şöyle mi yoksa; Doğu'dan gelene 'tü kaka'; Batı'dan gelene 'canım cicim!'
Bir de umut verici yerinden bakalım tabloya. Neyse ki, gençlerin yüzde 80'i 'muamma'nın farkında; yüzde 87'since 'meçhûl'ümüz malûm olmuş. Gençler 'nafile' işlere çok vakit ayırıyor görünseler de kelimenin ne anlama geldiğini yüzde seksen ikisi biliyor. 'Biçare' de dört gençten üçü tarafından bilinmekte.
Bu küçük soruşturmanın şöyle bir yararı olur düşüncesindeyiz. Üniversitelerin Türk dili ve edebiyatı bölümlerinde okumaya gelen hedef kitlenin kelime dağarcığı yaklaşık böyle! (Bir de üniversiteye gelmeyip uzaktan dil ve edebiyat talim edenler var! Onların durumunu da tahmin etmek güç değil.) Demek ki, hâlihazırda okumaya en yakın okuyucu kümesinin anlama, algılama düzeyi bu tablodan hareketle çıkarılabilir. Belki yazanlara, ama şüphesiz edebiyat eğitimiyle uğraşanlara bir fikir vereceği düşüncesindeyim. Bu küçük soruşturma, gençlere de, onları tahkîr ederek değil, belki tahrik ederek edebiyat eserlerinin elbette kelimeler yardımıyla anlaşılıp sevileceğini hatırlatacaktır.
Kaynak: ZAMAN - 29.01.2012