Avrupa’da Tarih, Siyaset Bilimi ve Sosyoloji Araştırmaları Açısından Türkçe’nin Önemi: Yabancı Bir Dil Olarak Türkçe’nin Belli Bir Amaca Yönelik Öğretimi

           Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa tarihinde oynadığı rolün önemi pek çok kez dile getirilmiştir: Bugün herkes tarafından bilinen bu gerçeği bir kez daha hatırlatmak gereksizdir. Balkanlar’daki Osmanlı mevcudiyeti, döneminde bölgede yaşayan toplumların siyasi ve toplumsal süreçlerinde en başta gelen etmendi. Aynı şekilde, II. Beyazıt’tan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa iç politikalarında oynadığı rol de özellikle önemlidir. Burada sadece Kanuni Süleyman zamanında Avrupa devletleri arasındaki iktidar mücadelesinde Osmanlı’nın yerinin ne kadar belirleyici olduğunu bile hatırlatmak yeter. Özellikle Batı Avrupa’da Habsbourg yayılımının benimsenmesinde Osmanlı müdahalesinin büyük rolü olmuştur. Katolik baskılar karşısında Alman Protestan prenslerinin direncinde, Osmanlı’nın yürüttüğü, Habsbourg hanedanından Ferdinand’ın ordularına karşı mücadele de en az öteki kadar belirleyici olmuştur. Aslında 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar geçen sürede Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa iktidar sahnesinde her zaman önemli bir yeri olmuştur. Değişen sadece uluslar arası ilişkiler arenasında var olan aktörlerin rolleri olmuştur. Önceleri bu oyunda önemli roller üstlenen Osmanlı, 19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başında, Avrupa iktidar mücadelelerinde bir piyon haline gelmiştir. Bu açıdan bakıldığında, dönemin en önde gelen Müslüman gücü olan Osmanlı İmparatorluğu 1856 Paris Sözleşmesi ile Milletler Birliği’ne girmiştir. Bu sözleşme öte yandan, batının dışlayıcı bir hukuk sistemiyle belirlediği bir uluslar arası ilişkiler sisteminin üçüncü dünya ülkelerinin bu sisteme entegrasyonunu gölgelemesi sonucunu doğuracak bir anlayış çerçevesinde yorumlanabilir. Bu anlayış, 20. yüzyıl boyunca da devam etmiştir. Kısacası genel olarak, Osmanlı tarihini ne kadar iyi bilirsek Avrupa devletleri tarihini de o derece iyi bilebiliriz denebilir.
          Eğer tüm bu olgular, kurulu bir tarihsel bilgiye küresel olarak ait gibi ele alınırsa, özel olguların ardında yatan tarihsel gerçeklerin de sorgusuz sualsiz belirlenemeyeceği aşikardır. Dolayısıyla tarihsel araştırma faaliyetleri, olguların doğruluğundan, yeni yorumlara yol açacak yeni olguların keşfi ya da hatta daha önceden doğruluğuna kesin olarak inanılan şeylerin sorgulanması gibi alanlara yayılabilir. Öte yandan, tarihsel bir çalışma, tarihçinin uygun kaynaklara ulaşmasıyla gerçekleşebilir ancak. Dolayısıyla, diyelim; 19. yüzyıl Sırp tarihiyle ilgilenen bir tarihçi hem Sırpça’ya hem de Osmanlıca’ya hakim olmalı hem de iki dilin paleografisini bilmelidir. Bu tür araştırmalar aynı zamanda modern Türkçe bilgisi de gerektirir. Bu, araştırmacının, aynı konularda çalışmış Türk tarihçilerin araştırmalarına da erişim olanağı verir. Cumhuriyet Türkiyesini araştıranların modern Türkçe’yi bilme zorunluluğunun yanı sıra bu da bir zorunluluk doğurur.
          Fakat, tarihsel olgunun doğruluğunun saptanması için sürekli devam eden çabaları tarihçinin en önde gelen işi olarak görmek, tarihi basitçe olayların art arda eklendiği bir disiplin olarak algılamak ya da çeşitli tekniklerin evrim sürecinin kaydedilmesi şeklinde görmek anlamına gelir. Halbuki tarihin anlaşılması, toplumların ve medeniyetlerin kendileri, çevreleri ve etraflarındaki dünyayı ilgili dönem boyunca kucaklayan bir anlayıştan geçer. Bu toplumların hareketlerinin, temas halinde oldukları dünyaya verdikleri tepkilerin anlaşılacağı bir anlayıştır. O halde keşfedilmesi gereken toplumların düşüncelerinin evrimidir. Bu bilgi felsefeye indirgenemeyecek bir bilgidir. Bu tarz bir yaklaşım özellikle Bernard Lewis tarafından benimsenmiştir. Ancak böyle bir anlayışla yürütülen bir tarihsel araştırma, temel aldığı kaynakların kavramsal çerçevesine, dolayısıyla da bu kaynakların yazıldığı dillere hakimiyet gerektirir. İşte bu noktada bir yabancı dilin öğrenilmesinde söz konusu olan yöntemler meselesi devreye girer. En genel kabul gören yöntem olan “yeme-içme konuşmalarının” öğretilmesinden söz etmiyoruz.
          Türkiye, önemli bir bölgesel güç olarak bugün nasıl komşuları arasında önemli bir siyasi role soyunuyorsa, uluslar arası ilişkiler alanında -özellikle Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Balkanlarda- çalışan Avrupalı araştırmacı da, tıpkı diğerleri gibi, Türk akademisyenler tarafından yapılan araştırmaları ve analizleri takip etmek zorundadır ve Türkçe bilerek bu avantaja sahip olacaktır. Aynı şekilde, Avrupa-Akdeniz ortaklıkları bağlamında Akdeniz toplumlarının evrimleriyle ilgilenen Avrupalı siyaset bilimci ve sosyal araştırmacılar da Türk sosyologlarının ve siyaset bilimcilerinin analizlerini yok sayamaz. Elbette en önde gelen Türk akademisyenlerinin yayınlarının çoğunu İngilizce ya da Fransızca yaptıkları da unutulmamalıdır. Ancak bu akademisyenlerin çalışmalarının büyük bölümü Türkçe yayımlanmıştır ve batı dillerine çevrilmemiştir.
Türkiye, Avrupa-Akdeniz ortaklığında önemli bir ortak haline geldikçe ve Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunun da olduğu düşünülürse, modern Türkiye’deki büyük düşünce akımlarının -bunlara İslami düşünürler de dahildir- bilgisi çok gerekli görülmektedir. Zira Türkiye, Avrupa’da büyük ölçüde ön yargılar ve taraflı yaklaşımlar altında algılanıyor. Dolayısıyla, siyasi karar aşamalarında olan kişilere ve Avrupa kamu oyuna, birincil kaynaklar üzerinden yapacakları analizler kanalıyla tarafsız bilgiler sağlamak tarih, sosyoloji ve siyaset bilimleri alanlarında çalışan araştırmacıların görevidir. Ancak bu akademisyenlerin araştırmaları göz önüne alınırsa sağlıklı kararlar alınabilir.
          Konuya daha genel olarak bakarsak, gittikçe bağımsızlaşan bir dünyada uluslararasılaşma çerçevesinde yabancı dil bilmek bir öncelik olarak kabul edilecektir; zira bu farklı etnik kökenli insanlar arasında daha yakın temasları, karşılıklı bilgi alış verişini sağlayacaktır. Türkiye örneğine dönersek Avrupa, tırmanan kimi ayrılıkların ötesinde, ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerini geliştirmekte ve derinleştirmektedir. Bu perspektifte, Avrupa ülkelerinde Türk dilinin öğretiminin teşviki ve gelişimi, apaçık bir şekilde tarihin akışının bir parçasıdır.
Ancak bir yabancı dilin öğretiminde karşılaşılan sorunlara baktığımızda, kimi zaman birbiriyle çarpışan kimi yaklaşımlar arasındaki küçük sorunlarla karşılaşırız. Burada yabancı dil öğretiminde önerilen yöntemlerden önde gelen eğilimleri hatırlatmakta fayda var. Sözlü öğretime öncelik veren ve yabancı dil öğretiminde temel önem taşıyan gramer öğretimini inkar eden yöntemden söz ediyoruz. Bu inkar edişin nedenlerinden biri, grameri kendi içinde bir amaç olarak gören işlevsiz öğretimi söyleyebiliriz.
Bir yabancı dilin öğretiminde, bizim deneyimlerimize göre, iki belirleyici göz önüne alınmalıdır: Öncelik olarak tanımlanan sonuçlar ve dil çalışmasına haftalık olarak ayrılacak zaman.
En baştan şunu söylemeliyim ki ben bir filolog değilim. Üniversitede ilk olarak tarih eğitimi, daha sonra da uluslar arası ilişkiler dalında siyaset bilimi eğitimi aldım. Bu açıdan bakıldığında Türkçe benim için en başta tarih ve siyaset bilimi dallarında Türk dilinde yazılı kaynaklara ulaşmak için bir araç oldu. Bu dili öğrenmedeki bu amacımın, Türk dili öğretiminde nasıl bir yöntemden yana olduğumu belirlediğini söylememe gerek yok sanırım.
          Bu makalemde de, tarih, siyaset ve sosyal bilimler alanında yüksek eğitim çerçevesinde Türk dili öğretimi meselesine eğilmek istiyorum.
          Belçika’da Türk dili eğitimine gelirsek, bunun etkin olarak üniversite düzeyinde başladığını, özellikle de Brüksel Özgür Üniversitesi’nde olduğunu söylemek gerekir. Bu üniversitede üç yıla yayılmış olarak Türk dili dersleri verilmektedir. Öte yandan pek çok ilk ve orta dereceli okulda da Türk göçmen çocuklarına yönelik Türk dili dersleri, resmi müfredatın yanı sıra verilmektedir. Ancak bu dersler yetkililer gözünde bu dile hakim olmaktan çok psikolojik gerekçeler ön plandadır. Dolayısıyla da ilk ve orta dereceli okullarda öğretilen Türkçe de bu amaca yöneliktir. Bu meseleye bu makalenin sınırları içinde daha derinlemesine girmeyeceğim. Daha çok, Türk dilinin üniversitelerde belli bir alanda çalışacakların amaçlarına yönelik öğretiminden söz etmek istiyorum.
          Türk dilinin üniversitelerde bugünkü öğretimine baktığımızda, Brüksel Özgür Üniversitesi’nde (ki bu Belçika’da 50 yıldan beri Türk dili ve tarihinin geniş kapsamlı öğretildiği tek üniversitedir) Osmanlıca’nın on sene önce terk edildiğini söylemek gerekir. Bugünkü haliyle Türkçe haftada iki saat olmak üzere üç yıla yayılmış olarak öğretiliyor. Bir yabancı dile ayrılan bu kadar kısa bir süre öğrenciye elbette kavramsal bir alana ve üniversite sonrası üzerinde çalışacağı tarihsel ya da sosyolojik kaynaklara hakim olacak kadar bir dil bilgisi vermez. Bu şartlar altında, tarihçilerin, sosyologların ve siyaset bilimcilerin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar dil bilgisini bu kadar kısa sürede verebilmek için özel bir yöntem geliştirmemiz gerekti. Bu durumda ben de bir Türkçe öğretmeni olarak öğrencinin dilin temel yapılarına hakim olmasını ve ilgileneceği bilimsel sahada ona gerekecek asgari kavramsal çerçeveyi vermeyi hedefliyorum. Bugünkü koşullarda, zamanın bu kadar kısıtlı olmasını göz önüne alarak, bir “dili özümseme” için gereken asgari zamana yayarak verdiğimiz görsel-işitsel diziyi bırakmak zorunda kaldık.
          Yukarıda söz ettiğim amaçlar doğrultusunda, genel olarak bir yabancı dilin, özelde de Türkçe’nin öğretilmesinde görüşlerimizi, ortaokul Fransızca öğretmeni Pierre Boulengier ile beraber yayınladığımız bir kitapta dile getirmiştik. Bu kitap, yedi ortaokulda, 1986 ile 1992 arasındaki altı sene zarfında yürüttüğümüz kültürler arası deneyimimizin bir ürünüdür. Eğitim Bakanlığın’ın ve Avrupa Komisyonu’nun katkılarıyla yayınlandı .
          Üniversite düzeyinde Türk dilinin öğretimi açısından 1997 senesinde, bu kitapla öne sürülen temel ilkeler ışığında başka bir gelişme önerildi. Ancak bu öneriler, Türk dilinin öğretildiği İslami Bilimler Bölümü programının kısmen yeniden düzenlenmesini gerektiriyor. Öte yandan kimi bütçeyle ilgili sorunlar da söz konusu. Dolayısıyla o zamandan bugüne Türkçe öğretiminde fazla bir gelişme kaydedilemedi denebilir.

Avrupa'da Yabancı Dil Olarak Türkçe Öğretimi Sempozyumu - 25-26 Ekim 2001 
"Avrupa’da Tarih, Siyaset Bilimi ve Sosyoloji Araştırmaları Açısından Türkçe’nin Önemi: Yabancı Bir Dil Olarak Türkçe’nin Belli Bir Amaca Yönelik Öğretimi
Robert ANCIAUX


 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR